1984 – 1985

Büyükler kendi aralarında bir şeyler fısıldaşıyor, sanki biz çocukların anlamasını istemiyorlarmış gibiydi. Bütün köyün üstüne bir fısıltı çökmüştü. Erkekler ayrı toplanıyor, kadınlar ayrı toplanıyor, hep bir “Çamla gideriz, öbür külede üle yapmış insanla” lafı dolaşıp duruyordu ortalıkta. Sebebini anlamaya çalışıyordum ama sormaya da korkuyordum. Herkes gergin, işler askıya alınmış, köyün her köşesi fıs fıs köşesi olmuştu. Bir şeylerden kaçma hazırlığı yapılıyor ama ne olduğunu bir türlü anlayamıyordum. Babam, amcam bir yerlere gidip geliyorlar ama gidilen yer neresi, neden gidiyorlar, dönüşler neden bu kadar çaresiz soruları dolaşıp duruyordu kafamda. Anneme sorsam kesin azarlayacak, babama hiç soramam derken okulda ne olup bittiğini anladım.  Kar yeni erimiş, çamur diz boyu. Vardık okula. Okul bahçesine girmemizle geri gönderilmemiz bir oldu. “Yeni” adlarımızı sordular ama bizim zaten adımız vardı. Yeni adlarımız olmadan okula alınmayacağımızı söyledi öğretmenlerimiz. Biri çıkıp gidin “babalarınızdan adlarınızı öğrenin öyle gelin” dedi. Dönüş yolunda herkes bir şeyler söyledi durdu. Eve vardım ama yeni adım yoktu, ilginç olan babam da yoktu. Yeniden okula döndük. “Yeni” adları olmayanları tekrar eve gönderdiler. O çamurlu yolda tekrar eve dönerken endişe ve korku birbirine karışmıştı. Bu sefer eve vardığımda babam gelmişti. Çok konuşmadan “yeni adlarımızı” fısıldadı. Amcamla direnmişler ama kaçamamışlardı bu hazin sondan. Yeni adımı yanıma aldım tekrar okul yoluna koyuldum. O ve ben o uzun yolu sessiz sessiz yürüdük. Ben ona yabancı o bana. Tanışmadık bile. Babam öz adlarımıza yakın yeni isimler seçmeye çalışmıştı ama gene de yabancıydı işte. İlk lafı o açtı.

– Merhaba ben yeni sen, Galya, dedi.

Sustum ama ancak okula varana kadar. Yeni adımı sordular. Kağıtta yazıyordu, uzattım öğretmenime. Yüksek sesle okudu, benim de tekrarlamamı istedi. Söyledim. Söyledim ve sustum. Ondan sonra, taaa 1991 e kadar gölgem gibi dolaştı durdu peşimde. Ne ben ondan kaçabildim ne de o benim özüm olabildi.


Türkleri Bulgarlaştırma kampanyası, Kırcali bölgesinde 1985 yılının Mart ayında tamamlanmış oldu. O zamanın “totaliter hükümeti” bizi “özümüze döndürme” kararı almıştı. O tarihten sonra ilginç şeyler olmaya başladı. Türklüğü andıran kiyafetler yasaklandı ve bu yasağın uygulanmasında maalesef Türk memurlar da kullanıldı. Kurban kesilmesi yasaklandı ama gizli gizli kutlandığı için, Kurban Bayramları daha heyecanlı geçmeye başladı. Erkek çocukların sünnet edilmesi yasaklandı ama sünnetçiler gizli gizli, köy köy dolaşmaya başadı. Tükçe konuşulması yasaklandı ama ninelerimiz başka dil bilmezdi. Herkes birbirinden şüphelenmeye başladı. Kimin parti adına çalıştığı belli olmuyor,  evlere ceza fişleri gelmeye, Sıvet’e çağrılmalar devam ediyordu. Bu çağırmaya gidenlerin bazıları geri dönmüyordu. Belene’yi ilk defa o zaman duydum. Her gün gerçekler ve hayaller birbirine karışmış halde, köyden köye dolaşmaya başlamıştı. Kendi komedisini üreten trajediler kulaktan kulağa dolaşıp duruyordu. Yaşlılarımızın yeni adlarını telaffuz edememeleri, ısrarla şalvarlarını (donlarını) giymeye devam etmeleri, durumu hepten içinden çıkılmaz hale getirmişti. Şehre inenlerin çoğu Türkçe konuşurken yakalanıyor ve ceza fişleri ceplerinde evlerine dönüyorlardı. Kimin kim olduğu belli olmayan bir dünya yaratmıştı Türkler için o zamanın partisi. Sonra buna alışıldı yada alışılmış gibi yapıldı. Taaa ki bir gün, Türklerin alsında Bulgarlaştırılamayacağı anlaşılana kadar. Nasıl olsundu ki? Hepi topu 73 yıl olmuştu Osmanlı’nın Kırcali topraklarını kaybedeli (1912). Refik dayımın dediği gibi 1921 yılına kadar Solaklar’da medrese eğitimi devam etmiş. Yol bitmez kervan geçmez köyümüze, o zamana kadar hiç bir Bulgar uğramamış. Nihayet Bulgar bir öğretmen gönderdiklerinde de, Bulgarca bilen tek bir kul bulamamış. Hangi “özümüze” döndürmeye çalıştılar bizi ben bilmiyorum. Ama acı göçler hep tekrar etti durdu.

Elektrik de 1966 da gelmiş……… babam dedi………

Advertisement