Mart’ı bitirdik ve Nisan ayının ilk haftasını bile tamamlamak üzereyiz. Yaşımızın ilk yarısını tamamlayınca günler, aylar çok daha hızlı akıyor galiba. Halbuki, sevgili eşimin askerliğini tamamlamasını beklerken zaman hiç geçmiyordu. Her hafta aramasını, ve mektuplarının gelmesini bekler, günleri hesaplar ve hiç azalmayacakmış gibi görünürde gözüme aylar. Ama aylar bitti, geldi, evlendik, oğlumuz oldu, evimiz oldu, oğlumuz büyüdü ve bir de baktık ki büyümeye uğraşırken zamanımızın ikinci yarısına varmışız. İkinci yarının nasıl geçeceğini bilmiyoruz. Biz, oğlumuz, kedimiz, köpeğimiz, yeğenlerimiz, ailelerimiz büyüyecek, küçülecek, değişecek. Ama galiba içimizdeki Rumeli tınısı hep kalacak. Kabul ettik vesselam…….
Category: Genel
Aşlamalık….
Aşlamalık denilen yer, derenin kenarında, düz ve uzun bir araziydi. Bahar zamanı köy ahalisinin toplanma yeri de diyebiliriz. Bizim bölgenin köyleri ekseri geçimini tütüncülükten kazanıyordu o zamanlar. Aşlamalık da tütün tohumlarının filize yatırıldığı yatakların yer aldığı araziydi. Yataklara aşlama denir böylece dere kenarındaki düz araziye de Aşlamalık denirdi. Herkesin yeri sırası belliydi. Nasıl haberleşilirdi bilmiyorum ama Nisan başı gibi neredeyse bütün köy Aşlamalığa iner aşlamalarını hazırlamaya başlardı. Topraklar elenir, tütün tohumu serpilir, gübre serilir ve bastırılırdı. En son işlem olarak sulama yapılır ve aşlamalar (yataklar) naylonlar ile örtülürdü. Avrupa gübresi torbalarda köşelerde beklerdi sırasını. Sulamak için gereken su, hemen dereden elle ve tenekelerde taşınırdı. Sepkenlerden akan suya bakmak en sevdiğimdi! Çocukların kimi yardım eder, kimi çiçeklenmiş çayırlarda koşturur, kimi de dereden iribaş yakalamakla uğraşırdı.
Uzun şeffaf torbaların içindeki yumurtalar siyah inci gibi yuvarlak ve sıra sıra akan suyla beraber salınırlardı. Kışlık dedikodular herkesin birbirinden daha düzgün yataklar hazırlama telaşıyla karışırdı. En erken ve en düzgün aşlama yapmak annemin de hedefleri arasındaydı 🙂 Bir iki haftaya kalmadan tohumlar baş verir ve her yerden biten otları temizleme zamanı gelirdi. Bu sefer de köylüler aşlamalardan ot temizleme telaşına düşerlerdi. Tütün fideleri tam olarak büyüyene kadar bu işlem birkaç defa tekrarlanır, sulama ve “çıbıklama” yapılırdı; yani çubuklar dikilir ve aşlamanın üstü sera gibi kapatılırdı. O yeşilin rengi öylesine taze ve güzel görünürdü ki! Dikim zamanı gelene kadar onun aşlaması şöyle iyi, bunun aşlaması şöyle kötü lafları uçuşur dururdu havada. Kimi zaman ufak kavgalar da yapılır, dengeler sağlanırdı:) Bu arada tarlalar, ulaşılabilirlik durumuna göre, kimi traktör ile kimi de sapanlarla sürülürdü. Aşlamalıktan yolunan fideler eşeklere yüklenir, eşeği olmayan sepetlerde sırtına yükler ve tarlaya dikime gidilirdi. Hava biraz daha ısınmış, günler biraz daha uzamış olurdu bu arada. Çoluk çocuk, hayvan hasenat hep birlikte tarlaların yolu tutulur ve dikim zamanı başlardı. O koca tarlalarda elle dikim yapılır, elle sulama yapılır, elle çapalama yapılır ama nedense hiç şikayet edilmezdi. Edilse bile sessiz sessiz edilirdi. Komşu komşunun şikayetini duymazdı. Hoş nasıl duyacak tarlanın biri bir tepede öbürü de öbür tepedeydi:) Orada da kim en hızlı işini bitirecek yarışları yapılırdı. Deliydi insanımız, iş delisi..
En lezzetli yemekler tarlada yenilirdi. Bir tas yoğurt doğranır, yanına soğan kırılır, üstüne de helva yenirdi çoğunlukla. Yağmur yağma ihtimaline karşı iki çam arasına gerilen ipe naylon atılır ve çadır hazırlanırdı. Usul usul yağan bahar yağmurunun damlaları naylona vurdukça tatlı tatlı uyku bastırırdı. Yağmurdan sonra devam eden dikim çamurla yapılan savaşa dönerdi:) Her ayak külçe gibi ağırlaşır, “dikilaç” çamurla kaplanır ama dikim devam edilirdi. Dur durak bilmeden çalışırdı insanımız…Koca kamyonlarla taşınan sulama suları göletlere doldurulur, kurbağların sefa etmesine yardım edilirdi:)
Baharla başlayan bütün bu hengame ve telaş, tütünler “pastal” yapılıp, denkler sıkılıp teslim edilene kadar devam ederdi. Ondan sonra da şişler çıkartılır, yelekler, edikler, çorapalar örülmeye başlanır ve yazlık dedikodular değerlendirildi:)
Biz çocuklar da aralarda bir yerde kaynayıp gidiyorduk işte……
Katırtırnakları ve Boncuklar
Çeşme başındaki Katırtırnakları
Bunlar masal dedemin katırının tırnakları değil:) Katırın da tırnağı olur ama bunlar baharda açan mis kokulu akasyalar. Çeşmenin az ilerisinde ve alt tarafında ne zaman dikildiklerini bilmediğim kocaman akasyalar. Gövdeleri, yaprakları, narin beyaz, salkım salkım çiçekleri ile çok sevdiğim akasyalar. Neden katırtırnağı dendiğini de bilmiyorum. Belki dikenlerinin sivriliğinden ötürü, belki de ne isim vereceklerini bilemediklerinden….
Üç tanesi masal dedemin evine doğru giden yolda yan yana dizilmişti. Bir tanesi de çeşmenin alt tarafına yerleşmişti. Yeşilin çok güzel bir tonundaki yaprakları, Nisan Mayıs
gibi beyaz salkım çiçeklerle süslenirdi. Dallarından aşağı sarkan, öbek öbek salkımlar, her rüzgarla birlikte cennet gibi kokusunu dolaştırırdı havada. Gelip giden kokunun esiri olmamak elde değildi. Her türlü güzel yaratmıştı yaradan. Dalları arasında sakladığı serçeler, salkım çiçeklerin nektarını içer, hem kokudan hem de tattan mest olmuş halde cik cikleyip dururlardı. Çeşmenin alt tarafına yerleşmiş olan, sanki ayrı kalmanın verdiği hüzün ile, daha az çiçeklenirdi. Salkımları daha ufaktı. Enece doğru uzattığı dalları ile karşıdaki katırtırnaklarına uzanmak ister gibiydi. Bir ay kadar süren çiçeklenmeler yalancı cennet kokusuyla beraber yavaş yavaş son bulur, ama yeşilin en güzel tonundaki pürüssüz yaprakları yaz sonuna kadar kalır ve yolu gölgelemeye devam ederlerdi.
Mutluluk ve hayat doluydu akasyalar. Herkes göçüp evler ve bahçeler kendi halinde kalınca, evimize doğru gelen yol ve yamacın her yeri taze, yeni katırtırnakları ile dolmuş. Yan yana, sık sık ve dalları da budanmadığı için bol dikenli. Anladım ki insanlar hala oralardayken ıslah olmuşlar ama kendi başlarına kalır kalmaz yabani hallerine dönmüşlerdi. Belki de o nedenle bu kadar çok dikenleri vardı. Onları koruyacak kimseleri kalmamıştı. Tarlaların çam ağaçlarına teslim olduğu gibi onlar da behçeleri teslim almıştı. Hala her bahar kokuları gelir…. çok, çok uzak geçmişten…..
Nine Boncukları
Dane dane, renk renk ama illa da yuvarlak:) Siyah ferace ve ak yaşmakların altından görünen, insana huzur veren boncuklar. Yaşayıp görmüş, dünya yolunun sonuna yaklaşmış, elleri kırış kırış ninelerimizin boncukları. Kimisi mavi, kimisi zümrüt yeşili, o gerdanda her daim ve yıllarca orada durmaktan artık bir uzuv gibi canlı olan boncuklar. Beyaz yaşmaktan dolayı mıdır bilmem ama o boncuklar hep çok güzel görünürdü gözüme.
O boncuklar güven verirdi insana. Benim bilmediğim ama onların bildiği çok şey vardı.
Ne sorsan cevabı vardı. Neyin nasıl yapılacağını, nizamın düzenin yolunu bilirlerdi. Ne de olsa bir ömür geçirmişlerdi yan yana gerdanlarda. Pazenden dikilmiş şalvar ve entarinin çiçeklerini gölgelemeden vakur bir edayla gerdanlarda sıralanırlardı. Kara feracelerin ve kara lastik pabuçların süsü gibiydiler. Hep en başta, hep orada. Sorsan her danenin anlatacak hikayesi vardı. İşte o yüzden rahattı onların yanında olmak. Dıgıl dıgıl konuşurlar, sıkılmazdın. Her şeyi bilirlerdi. Her şeylerin çocuklardan saklandığı zamanlarda bulunmaz nimetti onlar.
Ne iplerinin koptuğunu gördüm, ne de gerdandan çıktıklarını. Kefen vakti gelene kadar danelerin her biri kendi hikayesini yazmaya devam ederdi. Sonra ne olurdu boncuklara bilmiyorum. Nineler gidince onlar da giderdi. Ne sorabilirdim ne de arayabilir başka bir ninenin gerdanında görene kadar. Gene hayat devam ediyor ve her dane zümrüt zümrüt bakıyordu…
Horoz mu Koldur mu
Horoz…..lanmak
Nereden aklıma geldi? Servis şoförümüzün sabah erkenden ve oldukça sisli havada, sürat yapınca aldığı uyarı karşısında verdiği tepki, “rahmetli” beyaz horozumuzu aklıma getirdi:) Bembeyaz, kasım kasım yürür, gelen geçen tavuk, civciv ve çocuklara sataşır dururdu. Hadi tavuklara sataşmasını anladık da, kendini kümesten başka evin de sahibi sanınca sonu tencere olmuştu.
Bize nasıl geldi hatırlamıyorum, ama oldukça kavgacı, kırmızı ibiğini sallaya sallaya
dolanırdı ortalıkta. Onu gören zavallı tavuklarımız kaçışır, börtü böcek bile saklanacak yer arardı:) Çayırda bir aşağı bir yukarı gezer dururdu kabadayı misali. Bir tesbihi eksikti, ama o da o zamanlar sadece büyüklerimizin evinde, Mushaf’ın arasında bulunabilirdi.
En küçük kardeşimin kabusu olmuştu. Bahçeye çıksa hemen koşa koşa çayırdan gelir, onu kovalayıp gagalamaya çalışırdı. Kendinden küçük gördüğü belliydi. Küçüktü de kardeşim:)
Bir gün, biz evin içinde otururken dışarıda bir cayırtı koptu. Bizim kabadayı, kardeşimi tek başına çayırda görünce, onu kovalamış ve kollarını gagalamıştı. Biz yetiştik ama o zafer kazanmış kovboy misali, gene ibiğini sallaya sallaya ve çayırdan yukarı doğru sektire sektire gitmişti. Gitti ama gene de soframıza kapama olmaktan kurtulamadı:)
İşte bizim minyatür servis şoförümüz aynı onun gibi. Bir tek ibiği eksik:)
Koldur desem anlaşılır belki de Fitka ne yaa?
Bizim bir sene çok fitkamız oldu. Şaşırma şaşırma, bildiğin hindi! Biz fitka der, kimi yerlerde de koldur derlerdi. Belki başka türlü çağıranlar da vardı ama benim bildiğim bunlar. Sağa kovalarsın sola gider, aşağı kovalarsın yukarı giderlerdi. Anlayın artık başa çıkmak ne kadar zordu! Hepsi bir arada hareket eder ve kafalarına estiği gibi çayır çayır dolaşırlardı.
Bizim evimiz “aşa maalede” olmasına rağmen, onları “orta maaleden”
topladığımız çok olmuştur. Sürekli gul gıl gul gıl homurdanırlarda. Gul gıl dan sonra gelen uzuuuun operet ise, nefessiz kalıp öleceklermiş hissi yaratıyordu bende. O kadar sanatsal ve başına buyruk hayatları vardı:) Hepsinin rengi tek tip, gri, siyah ve beyaz karışımı uzun tüyleri vardı. Kanatlarından düşen uzun tüyler neredeyse canlanacak, nerede benim mürekkebim diyecek kadar güzellerdi. Parlak, ucu sivri ve yumuşacık tüyler.
Fitkalarımızın evimizdeki varlığı kısa sürdü. Göç yolları bize de görününce, hepsi kesildi ve köprümüzün üstüne yan yana dizildiler. Kocaman bir ateş yakarak kalan tüylerini tütsüledik ve hepsini konserve yaptık. Teee köyde baktığımız fitkalarımızı anavatan da yemek nasip oldu.
Her açtığımız kavanoz mis gibi memleket kokuyordu….
İnek İşi
İnek gütmek marifet isteyen bir iş olmasına rağmen bizim köyde bunu genellikle çocuklara yaptırırlardı:) Hafif görülürdü yani…
Yazın kargaşasında hayvanlar serbest bırakılmazdı başkasının tarlasına, bahçesine zarar vermemesi için. Önüne katar, ya da ipinden tutar çayıra kadar güderdin. İpin ucundaki kazık yere çakılır, olmadı ipini bir yerlere bağlardın. Sabah akşam inekler çayırlara, tarlalara taşınırdı. Kiminin çanı vardı çınlayan, kimisinin boynuzu kırık, kimisinin süt dolu memeleri. Sağılan sütün rengi kırık beyaz ve kremamsı kokusuyla köpük köpüktü.
Canlıydı o zamanlar köyümüz. Yazın sonuna doğru, tarlalardaki tütünler toplandıktan sonra, inekler artık serbest bırakılırdı ama gene de çocuklar peşlerinden giderdi. Ben de giderdim. Hatır hatır otları koparıp yemeleri, kocaman dilleriyle ağaç dallarına uzanmaları, kulak sallamaları, kimisi püsküllü, kimisi dikenli kuyruklarıyla sinekleri kovalamaları yavaş yavaş kışa doğru yol aldığımızı hatırlatırdı bana. Dingin ve güzeldi. http://pin.it/wMznipv
Zaman zaman komşu kavgalarına neden olurdu birinin ineği birinin bahçesine girdiği zaman. Malı kıymetliydi insanların. Bazen de gereğinden fazla kıymetli.
Karlı havalarda inekleri gütmez, izbenin bahçesine çıkartır, yazdan hazırlanmış otu, samanı verirdik. Köyümüzde şebeke suyu olmadığından sularını kovalar ile ayaklarına kadar taşırdık. Kolay değildi ama zor olduğunun da farkında değildik o zamanlar.
İzbenin temizliği de inek bakmanın bir parçasıydı. Ne kokusu ne de görüntüsü rahatsız etmezdi. Kış gününün inek boku bir sonraki yazın gübresiydi işte:) Bir sene eskimesi beklenirdi ekilenleri yakmaması için sadece. Gebe ineklerin sütünü sağmaz, doğurmasını beklerdik. Doğan dananın ayağa kalkıp zıplamaya başlaması sadece bir iki saat sürerdi. O bir iki gün içinde gelen anızın azını asma yaprakları ile pişirir yerdik. Aklımda kalan yumuşak, sapsarı görüntüsü ve asma yapraklarının ekşi tadı var.
Şimdi tarlalar orman ve bahçeler de otlak, ama ne çocuk var inek güdecek ne de inek bahçelere girecek….
Ciddi Oldu Galiba…
Uzun ve yorucu bir aradan sonra tekrar kendi yerimdeyim. Hava durumuna göre yakın zamanda böyle bir yoğunluk görünmüyor gibi ama iş bu, ne olacağı belli olmaz….
Akşam Limoş’umla konuşurken arkadan Bal’ımın sesi geliyordu. Ama gerçekten bal gibi yumuşak ve tatlı bir ses:) Kedileri Fındık’la konuşuyormuş. Oturduk dinledik onu dedi. Düşündüm;nasıl bir süreçten geçiyoruz ki yetişkin olduğumuzda “oyunun kurallarını öğrenmiş” birer oyuncu olmuş oluyoruz. Kedilerle, kuşlarla, hayali arkadaşlarla çocukken yaptığımız “ciddi” konuşmaları neden büyüdüğümüzde yaparsak “deli” gözüyle bakılıyoruz?
Gelişimi (tekamül etmeyi) toplumların geliştirmiş olduğu kuralları öğrenip uygulama olarak anlıyor olabilir miyiz? En basitinden, nasıl oturup kalkacağımızın, çatalın sağ elle mi sol elle mi tutulacağına kadar her toplumun uygun gördüğü biçimde yapılması. Sol elle çatal kaşık tutmanın “günah” sayılması, ekmeğin ısırılarak değil de parça parça kırılarak yenilmesi, kitabımızı açıp okumak için bir sürü “ritüel”in yerine getirilmesi ve bunun gibi bir sürü kural. Bütün bu “toplumsal” kuraların içine doğan çocuğun farklı bir tekamül anlayışı geliştirme ihtimali var mı? Mükemmel kural uyucusu yetiştirme amacındaki yetişkinlerin, gelişmiş insan ve toplum oluşturma ihtimali nedir? Acaba nedene sık sık duyarız. ” Ne kadar da düzgün, terbiyeli, okumuş bir insandı. Nasıl yapmış bunu? Tüh tüh sapmış yoldan….”
Gelişimi sadece toplumun kurallarına mükemmel uyan insan olarak yorumladığımız sürece
ne “neden, ne için” diye sorabiliriz ne de şimdiki halimizden bir adım ileri gidebiliriz. Birbirimizin gözetmenliğini yapacağımıza, kendimizin gözetmenliğini yapsak belki kedileri köpekleri seven insanları yadırgamaz, saçını alıştığımızın dışında kestirmiş veya boyatmış bir kızı/kadını ayıplamaz, “ama o da tayt giymişti” deyip yaptığımız tecavüzü aklamaya çalışmayız.
Ayyyy, çok ciddi oldu:) Sen bizi ölmeden kendini azıcık bilebilmiş kullarından eyle Allah’ıııım! Aaamin.
Mükemmel olmamanın ve etrafımdaki kuralcıların da mükemmel olmadığını anladığım andaki hafifliği tarif etmem olanaksız! İçim yaşam sevinci dolmuştu…
CUMA……..
Oldukça yoğun geçen bir haftanın son günü. Cuma tebriklerinin havada uçuştuğu bir gün.
Ziyaret planlarının yapıldığı gün. Geç kalkma hayallerini kurulduğu gün. Az kaldı, okullar nihayet pazartesi açılıyor sevinç günü! Misafir gelecek ne yapsam acaba günü. Misafirler gidecek evi toplamam lazım günü. Özetle Cuma hem haftanın son günü hem de hafta sonu tatilinin ilk günü. Bayram tatilleriyle birleşmeye çok müsait:) Ev sakin ise film keyfi yapılabilecek bir akşamı var. Mutfağı toplamadan bırakabileceğin bir gün. Öğleden sonra gelen işleri Pazatesine bırakabileceğin bir gün. Allah’ım nasıl bir haftaydı diye sorulan bir gün. Bazen nihayet bitti, bazen de bir hafta daha gitti ömürden denilen gün. Ofiste çiçeklerin hafta sonu suyu verilen gün. Masamı da bir toplayayım denilen gün. O gün mutlaka kurulan bir pazar vardır. İşte bir de pazar günü. Öğleden öncesi haftanın alelade bir günü gibi, öğleden sonrası da üzerine rehavet çökmüş bir gün. Bağlayıcı ve tamamlayıcı:)
Ah Bir Dinleyebilsek :)
Topluca birbirimize akıl vermeye bayılıyoruz:) Halbuki bir dinleyebilsek karşımızdakini, hem o rahatlayacak hem de biz kendimiz gereksiz yükün altına girmemiş olacağız. Bunu en çok da biz anneler yapıyoruz. Koruma içgüdüsüyle hareket ettiğimizden (bundan şüpheliyim bak) hep “verecek bir aklımız” var. Ne bitmez tükenmez bilgiye sahipmişiz! Kendime de şaşıyorum bunu yaptıkça. Yapma diyorum ama ben bile beni dinlemiyorum. Halbuki tahsil falan yapmış değilizdir çoğumuz bu “akıl verme” konusunda. Bu anneliğin yanında bonus olarak geliyor:) Nasıl oluyor anlamıyorum, çocuğumuz doğar doğmaz devreye giriyor. O andan itibaren verecek hep bir aklımız var. Belli bir döneme kadar sorunsuz da işliyor. Sonra çocuğumuzun da “kendi fikri” olmaya başlayınca işler karışıyor. Benim aklım senin aklını döver derken “hayırsız” evlat damgasını yapıştırıveriyoruz çocuklarımıza. Vay şunun oğlu, vay bunun kızı, bak onun gelini şöyle iyi böyle iyi diye diye dolaşırız ortalıkta. Bunu yüksek lisansını yapmış anneler bile var. Onlar bide kıdemli “kayınvalide” statüsüne ulaştıklarında, ağızlarından burunlarından taşan “akıllarını” vermekten hiiç çekinmezler. Yılların tecrübesi var sonuçta ortada. Heba mı olsun? O yaşa kadar dil, görüş ve mimikler mükemmelleşmiştir artık. Bir bakışta insanı çözer ve “aklını” veriverir:) İşte bu dayanılmaz akıl verme isteği içinize gelip yerleştiğinde, kendinize bir kedi edinin. İstediğiniz kadar akıl verebilirsiniz:) Tecrübeyle sabit cevap vermiyor. Açıkçası pek de umurunda olmuyor sizin ne dediğiniz:)
Salı Masalı
Birkaç zamandır yaptığım egzersizlere artık sevgili Piscan da eşlik ediyor. Ne var ki ben kıvranırken o sadece kuyruk sallıyor. Hiç de zorlanıyormuş gibi bir hali yok. Gel resim çekinelim deyince de gözlerini kocaman açıp kırpmadan bakıyor.
Gülümse biraz diyorum ama beni kaile aldığı yok. Evde dolaşılmasından hiç hoşlanmıyor. Bütün derdi herkes otursun o da gelip çöreklensin birimizin kucağına. Sonra başlıyor müzik. Mırrrrr mır, mırrrr mır… Her bıyığı farklı ses veriyor:) Do lar mi ler havada uçuşuyor. Bir gün gene meşhur gezmelerinden gelince battaniyesine sardım. Hiç ses etmedi. Şaşırdım. Eyvah, bu iyi değil galiba dedim. Saatlerce öyle sarılı uyudu. Hatta öldü mü acaba diyerek nefesini yokladık hep beraber. Çok derin bir uykuya dalmıştı. Rüya gördüğü belliydi. Kulaklarından balıklar çıkıyordu, bıyıklarına da kuşlar tünemişti. Tamam dedik, hala burada. Gitmemiş. Kafası yamuk kaldığı için rüyaları da yamuktu sadece. Saatler sonra uyandı. Gene aynı Piscan’dı. Aç, asi ve yamuk………. :))
Çay ve Çikolata
Çalışan çoğu karı kocanın ortak dinlenme günü olan “sevgili Pazar günü” bizim de
favorimiz. Bildiğin börekçide yenilen börek, bildiğin çaycıda içilen çay, bildiğin pazardan alınan sebze meyve. Kulak misafiri olmak konuşmalara. Börekçide gençlerin anne babaları hakkında konuşmaları. Dedelerin paralarını lastikle tomar yapıp ceplerinde saklamaları, anneyle küsüşmeler sonra da özlenmeler…. Pazarda bulunan hazineler, hem de ucuzundan. Mantar tezgahında usul usul cızırdayan mantarlar, sebzecinin üşümüş elleri ve tansiyon kolesterol reçetesi vermesi. İhracat fazlası penyeler. Yorgunluk kahvesinin yanına ikram edilen çikolatayı yiyememek ve üstüne içilen çayla paylaşmak…. Biz Pazar gününde olması gereken her şey…