Daha dün 1 Nisan değil miydi? Ben gözümü kapatmıştım, açtım ki Nisan’ın sonu gelmiş.
Seni şakacıııı Nisan seni….Halbuki tam yeni yeni uyum sağlamaya başlamıştım iki gün yaz, bir gün kış ve 3 gün de sonbahar havasına. Üçü bir arada gibi bir şey bu; illa yanına bir şeyler istiyor. Ama olsun! Ben onu seviyorum, çünkü benim oğlumun doğduğu ve eşimle tanıştığımız Mayıs’tan önce.
Mayıs ayı baloların yapıldığı, gençlerin kaçmaya karar verdiği aydır. Kırcali’nin restoran ve otellerinde yapılan mezuniyet balolarında tanışan kaç çift var acaba? Genç, yeni mezun, can dolu, mutlu, süslenmiş genç kız olmak gibisi var mıydı ki…. O sabah usul usul yağan bahar yağmurunu hiç unutamıyorum. Yağmur bir daha hiç öyle yağmadı! Kocaman parkın taze yeşil rengi, üzerine mutluluk yağmış şehrin ilk kıpırdanışı, Arda’nın yeşil yeşil akışı, asma köprünün her adımda salıncak gibi sallanışı. Her yere huzur yağmıştı sanki gece. O kadar taze ve dingindi her şey. Yeni mezun olmuştum, büyümüştüm, çok sevdiğim toprağımıza geri dönecektim ve de birisi ile tanışmıştım. Tütün rengi elbisem, şekli bozulmuş saçlarım, topuklu ayakkabılarım ile özgürdüm:) Kapris yapabildiğim ve takıldığım birisi de vardı, daha ne olsun! Nereden bilebilirdim ki aynı senenin Ekim ayında bütün hayallerimi geride bırakıp göç yollarına düşeceğimizi. Gençliğin verdiği enerji ile kalabalık konsolosluk odasına dalacağımı ve pat diye vize vereceklerini…. Bilemedim.
O gün sabah köyde, Kadringemin dere kenarındaki bahçesinde annemle çilek topladık. Yaprakların altında sanki çilek değil de çilek şeklinde bal saklıydı. Yağmurdan
topraklanmışlardı,
sülükler çıkmıştı ama etrafa hakim olan sessizliğin sesi çok güzeldi. Dere daha kurumamış, köyde hala insanlar var ve hayat devam ediyordu. Otlar diz hizasına kadar büyümüş ve hala bahçelerin çitleri yerindeydi. Çamlık hala yerini biliyor ve dere kenarına kadar inmemişti. Son özgür günlerimizi yaşadığımızın farkında değildik…
Göçünce hemen özgür kalamıyor insan. Kendi insanlarını arıyor, kendi toplumun ile iletişim kuruyor. “Yerlilerin” her şeyleri tuhaf geliyor, kocaman kalabalıkta yalnızlık duygusu gelip yerleşiyor. Hele özlem, o yürek delici özlem, gölge gibi her göçmenin üzerine yerleşiyor. Hep bir haber bekleniyor memleketten, konuşmalar hep geçmiş zamanda yapılıyor. Sonra yavaş yavaş alışmaya başlıyorsun. Okul, iş, hayatın kendi telaşesi seni “yerlilerin” arasına karıştırıyor. Hem kendi kültürünü hem de bulduğun kültürü bir arada yaşamaya başlıyor, zenginlik ve fakirlik bir arada, ev ve arsa telaşına düşüyorsun. Olur mu macırın evi barkı olmadan? Bir kat, iki kat, üç, dört…. Olmaaaaaz, ayıp:)
Dile kolay, tam 26 yıl oldu biz göçeli ve karışalı ama hala bir özlem bir özlem! Her bahar gelir yoklar, yalnız bırakmaz beni sağ olsun…

dolabın dip köşesinde, sanki özellikle saklanmış gibi duran çocuklarımızın tişörtlerini bulana kadar. Kokular çeşit çeşit, kimisi aygın kimisi baygın, kimisi sevgili, kimisi evlat, kimisi de kaynana 🙂 Bahar canlı ve deli, yaz sıcak ve tembel, sonbahar durgun ve olgun, kış ise soğuk ve beyaz kokar. Yeni biçilmiş taze ot kokusu, biçilmiş otun kurumaya başlayınca geride bıraktığı buruk koku, yağmurdan önce gelen esintinin kokusu, yağmurdan sonra topraktan yükselen koku, evin içine yayılmış taze ekmek kokusu, yeni doğmuş bebeğin kokusu, oğlumun odasının kokusu, eşimin can kokusu, yeğenlerimin mis kokusu, çam ağacının kaşındırıcı kokusu, “toz ağacının” hapşırtıcı kokusu, dibi tutmuş yemek kokusu, ofisteki kağıt kokusu, yanmış yağ kokusu, komşumdan gelen sarma kokusu, kayınvalidemden yükselen iş kokusu, babamdan yükselen baba kokusu, annemin çılgın kokusu:), dayımın deli kokusu, kahvenin davetkar kokusu, sokağın kalabalık kokusu, menekşenin derin kokusu, orman çileğinin dayanılmaz kokusu, yeni yıkanmış çamaşırın temizlik kokusu, karşı masada oturan arkadaşımdan yayılan müdür kokusu:), dumanın isli kokusu, tütünün acı kokusu, salatalığın kütür kütür kokusu, taze domatesin ye beni kokusu, kirazın sağlık kokusu, arkadaşımdan yükselen merak kokusu:), denizin kum kokusu, dolapların üstüne birikmiş toz kokusu, havuzun klor kokusu, hastanelerden yükselen hastalık kokusu, sobada yanan odunun kokusu, ahırdaki hayvan kokusu, yeni badana yapılmış evin kokusu ve bir sürü daha. Her canlının ve her eşyanın kendine has kokusu. Kimisini sever, kimisini de görünmez bir el ile derinlere gömeriz. Arada sırada bize anımsattığı bir duyguya denk gelince, bir şeyler mırıldanır ve neyi tercih ettiğimize bağlı olarak, ya geçiştirir yada hatıranın keyfine varırız.
Rahmetli Sabragamın kovanlarından yediğimiz balın kokusuna bir daha hiç denk gelmedim. Göçmeden önce kendi bahçemizde yetiştirdiğimiz karpuz, kavun ve domatesin kokusunu bir daha hiç alamadım ama bir sürü yeni koku tanıdım. Kimisi güzel anılar bıraktı, kimisi de anlaşma sağlamam gereken anılar. Sülmanaganın taşıdığı yuvarlak pufidik ekmeklerin kokusunu bulamadım ama yeni fırınlardan çıkan yeni ekmeklerin kokusunu aldım. Kurban bayramlarında gizli saklı kesilen kurbanlıkların taze et kokusunu da almadım fakat çeşit çeşit kebapların yeni kokularıyla tanıştım. Bayram yerlerinde söylenen manilerin, cevizin dalına kurulan salıncağın, her eyvanda olan sarı eriklerin, bakraçla pınarlardan taşınan suyun, kışlık saman ve kömürün alınması, komşuların birbirini çekiştirmesi hep bir koku bırakırdı arkasında. Aynı hayat gibi; kimisi hoş, kimisi nahoş…
Babam eski evin altındaki otları biçerken kosasına bir taş denk geldi. Çınnnn diye kargaları uçuran bir sesle beraber, kosanın orta keskin yeri yamuluverdi. Gözden kaçmış yada yukarılardan yuvarlanıvermiş olan bir taş gelip otların arasına saklanmıştı. İşte bütün bu “kazaları” önlemek için baharda çayırları süpürür ve toplanan çalı çırpı ile ateş yakılırdı. Böylece bana göre kışın resmen bitmiş olması ilan edilirdi. Uzunca kesilmiş olan dallardan yapılan cadı süpürgeleri ile kışın toplanan çalı çırpılar, dallar budaklar ve irili büyüklü taşlar çayırlardan süpürülürdü. Yeni filizlenmiş otlar süpürmeyle beraber sanki daha bir canlanır ve yeşil yeşil olurlardı.Tarla fareleri daha bir rahat gezerdi.
Ağaçlar budanır ve gövdeleri kireçlenirdi. Paklık hem görülür hem hissedilirdi. Henüz yaz sıcağının ve tarladaki tütünün yormadığı insanların yüzlerinde de bahar esintileri vardı.
Aşlamalık denilen yer, derenin kenarında, düz ve uzun bir araziydi. Bahar zamanı köy ahalisinin toplanma yeri de diyebiliriz. Bizim bölgenin köyleri ekseri geçimini tütüncülükten kazanıyordu o zamanlar. Aşlamalık da tütün tohumlarının filize yatırıldığı yatakların yer aldığı araziydi. Yataklara aşlama denir böylece dere kenarındaki düz araziye de Aşlamalık denirdi. Herkesin yeri sırası belliydi. Nasıl haberleşilirdi bilmiyorum ama Nisan başı gibi neredeyse bütün köy Aşlamalığa iner aşlamalarını hazırlamaya başlardı. Topraklar elenir, tütün tohumu serpilir, gübre serilir ve bastırılırdı. En son işlem olarak sulama yapılır ve aşlamalar (yataklar) naylonlar ile örtülürdü. Avrupa gübresi torbalarda köşelerde beklerdi sırasını. Sulamak için gereken su, hemen dereden elle ve tenekelerde taşınırdı. Sepkenlerden akan suya bakmak en sevdiğimdi! Çocukların kimi yardım eder, kimi çiçeklenmiş çayırlarda koşturur, kimi de dereden iribaş yakalamakla uğraşırdı.
Uzun şeffaf torbaların içindeki yumurtalar siyah inci gibi yuvarlak ve sıra sıra akan suyla beraber salınırlardı. Kışlık dedikodular herkesin birbirinden daha düzgün yataklar hazırlama telaşıyla karışırdı. En erken ve en düzgün aşlama yapmak annemin de hedefleri arasındaydı 🙂 Bir iki haftaya kalmadan tohumlar baş verir ve her yerden biten otları temizleme zamanı gelirdi. Bu sefer de köylüler aşlamalardan ot temizleme telaşına düşerlerdi. Tütün fideleri tam olarak büyüyene kadar bu işlem birkaç defa tekrarlanır, sulama ve “çıbıklama” yapılırdı; yani çubuklar dikilir ve aşlamanın üstü sera gibi kapatılırdı. O yeşilin rengi öylesine taze ve güzel görünürdü ki! Dikim zamanı gelene kadar onun aşlaması şöyle iyi, bunun aşlaması şöyle kötü lafları uçuşur dururdu havada. Kimi zaman ufak kavgalar da yapılır, dengeler sağlanırdı:) Bu arada tarlalar, ulaşılabilirlik durumuna göre, kimi traktör ile kimi de sapanlarla sürülürdü. Aşlamalıktan yolunan fideler eşeklere yüklenir, eşeği olmayan sepetlerde sırtına yükler ve tarlaya dikime gidilirdi. Hava biraz daha ısınmış, günler biraz daha uzamış olurdu bu arada. Çoluk çocuk, hayvan hasenat hep birlikte tarlaların yolu tutulur ve dikim zamanı başlardı. O koca tarlalarda elle dikim yapılır, elle sulama yapılır, elle çapalama yapılır ama nedense hiç şikayet edilmezdi. Edilse bile sessiz sessiz edilirdi. Komşu komşunun şikayetini duymazdı. Hoş nasıl duyacak tarlanın biri bir tepede öbürü de öbür tepedeydi:) Orada da kim en hızlı işini bitirecek yarışları yapılırdı. Deliydi insanımız, iş delisi..
gibi beyaz salkım çiçeklerle süslenirdi. Dallarından aşağı sarkan, öbek öbek salkımlar, her rüzgarla birlikte cennet gibi kokusunu dolaştırırdı havada. Gelip giden kokunun esiri olmamak elde değildi. Her türlü güzel yaratmıştı yaradan. Dalları arasında sakladığı serçeler, salkım çiçeklerin nektarını içer, hem kokudan hem de tattan mest olmuş halde cik cikleyip dururlardı. Çeşmenin alt tarafına yerleşmiş olan, sanki ayrı kalmanın verdiği hüzün ile, daha az çiçeklenirdi. Salkımları daha ufaktı. Enece doğru uzattığı dalları ile karşıdaki katırtırnaklarına uzanmak ister gibiydi. Bir ay kadar süren çiçeklenmeler yalancı cennet kokusuyla beraber yavaş yavaş son bulur, ama yeşilin en güzel tonundaki pürüssüz yaprakları yaz sonuna kadar kalır ve yolu gölgelemeye devam ederlerdi.
Ne sorsan cevabı vardı. Neyin nasıl yapılacağını, nizamın düzenin yolunu bilirlerdi. Ne de olsa bir ömür geçirmişlerdi yan yana gerdanlarda. Pazenden dikilmiş şalvar ve entarinin çiçeklerini gölgelemeden vakur bir edayla gerdanlarda sıralanırlardı. Kara feracelerin ve kara lastik pabuçların süsü gibiydiler. Hep en başta, hep orada. Sorsan her danenin anlatacak hikayesi vardı. İşte o yüzden rahattı onların yanında olmak. Dıgıl dıgıl konuşurlar, sıkılmazdın. Her şeyi bilirlerdi. Her şeylerin çocuklardan saklandığı zamanlarda bulunmaz nimetti onlar.
dolanırdı ortalıkta. Onu gören zavallı tavuklarımız kaçışır, börtü böcek bile saklanacak yer arardı:) Çayırda bir aşağı bir yukarı gezer dururdu kabadayı misali. Bir tesbihi eksikti, ama o da o zamanlar sadece büyüklerimizin evinde, Mushaf’ın arasında bulunabilirdi.
topladığımız çok olmuştur. Sürekli gul gıl gul gıl homurdanırlarda. Gul gıl dan sonra gelen uzuuuun operet ise, nefessiz kalıp öleceklermiş hissi yaratıyordu bende. O kadar sanatsal ve başına buyruk hayatları vardı:) Hepsinin rengi tek tip, gri, siyah ve beyaz karışımı uzun tüyleri vardı. Kanatlarından düşen uzun tüyler neredeyse canlanacak, nerede benim mürekkebim diyecek kadar güzellerdi. Parlak, ucu sivri ve yumuşacık tüyler.
Canlıydı o zamanlar köyümüz. Yazın sonuna doğru, tarlalardaki tütünler toplandıktan sonra, inekler artık serbest bırakılırdı ama gene de çocuklar peşlerinden giderdi. Ben de giderdim. Hatır hatır otları koparıp yemeleri, kocaman dilleriyle ağaç dallarına uzanmaları, kulak sallamaları, kimisi püsküllü, kimisi dikenli kuyruklarıyla sinekleri kovalamaları yavaş yavaş kışa doğru yol aldığımızı hatırlatırdı bana. Dingin ve güzeldi. 